8 Ara 2007

DEMOKRATİK SALDIRI: MANİFESTO

Solitudinem faciunt, pacem appelant.”

Bir viran yaratıyorlar ve adına barış diyorlar. Tacitus




Modern ile birlikte, yöneten ( ilahî ) / yönetilen “doğallığı”nın dünyasından, “insan yapımı düzenlemeye” geçişe şahit oluruz. Geleneğin yerini akıl temelli bir eşitlik/özgürlük/kardeşlik evreni alır.(1) Modern retorik, üstelik bunu yine “doğal” kılar. İnsan, “insan yapımı” olur; öyleyse özne dışsallaştırılmıştır. Modern, insanlar arası eşitliği var'sayar. Dolayısıyla eşitlik ahlâki bir kategoriye indirgenmiş olur. Özgürlükse -zaten özgür doğulmuştur- ulusun bir katılanı olmayı “hissetmeye” zorlanmıştır. Keza modern, “zor”la inşa edilmiştir.

Birikimin muhafızı olarak “kalkan” ulus, zorunlu olarak ulusa tâbi olacak doğanlardan kurulur. Kenysoyluların birikimini muhafaza edecek etten duvarlar, doğuştan özgür insanlar -halk, kunduracı, demirci, duvarcı, patates üreticisi- hepsi de para peşinde koşturan özgür yurttaşlar! Modern ideoloji bu.


Hepsi bu mu?

Ancak, hayatı insanlar yaşar. Hayatın tartımından -burada ritm bu anlamı karşılayamıyor-, inişçıkışlarından, kusmaya götürecek bölünmelerden onlar etkilenir. Özgür oldukları ancak kapsayamadıkları, dolayısıyla taşıyamadıkları hayat -hayat, sen ne çabuk harcadın beni-... İnsanlar, pek de kolay olmaz ama, tinsel dinami(k/t)ten bir ölçüde ayrı ve bağımsız olduklarından, kendilerine özgü bir mantığa ve kanuna, bir anlam'a ve dirence sahiptirler.(2) Hayat ile form'lar arasında insan, hayatın itici gücünü ve zoraki kolektivizmini arkalayarak gerilmiş, zaman zaman moderni hedefleyen atış talimleri yapmıştır. Gerekircilik diye değil; ama her form, hayata “zor”la dayatılmış bulunduğundan ve o zor da iknaya dönük bir bükülmeyi barındırmak zorunda olduğundan, esnekliği yay etkisi yapacaktır. Egemen ideoloji hızla kendi kurduğu formları eritecektir buradan çıkarak. Öyleyse kurucu mantık “paradoksun anahtarı” diyeceğim bir sofistikasyonla, ileri sürdüğünün “mutlak gerçeklik” olmadığını kabul edecek, fakat yine de aksinin mümkün olmadığını iddia/vaaz etmeye devam edecektir.

Dillere pelesenk olan küreselleşme kavramının başına getirilen de budur. Hemen belirtmek gerekir ki; küreselleşme bir tezdir. Egemen blok'un sofistike/akademik bir dille “indirdiği” bir ideoloji. Pek çoğumuz bu dilin içinden konuşur, vaaz edileni az önce dile getirdiğim “paradoksun anahtarı”yla almaya mecbur oluruz. İşte tehlike burada başlar tam da.


Ok Nereye Gidecek?

“Kendine özgü” bir tecrübeye, bir tahayyüle her nedense sahip olduğumuzu düşünen, dolayısıyla başından beri eleştirdiğimiz “araçsal rasyonalite”nin kapılarından bir adım dışarı çakamayanlarımız bir yandadır. Onlar küreselleşmeyi “doğası gereği”, “özgür doğuşa”, özerkliğe, ulusa/ulusala aykırı bulurlar. Oysa semantik düzeyde dahi “doğası gereği”nin, o'na savaş açan, o'na yenilen ya da o'nu yenen anlamlarını barındırdığını akılda tutmak gerekir.

Diğer yanda, sorgusuz kabul gören küreselleşme tezlerinin bulutları -şirket yazışmalarından, hükümet sözcülerine, oradan solcuların bültenlerine kadar- insanlığın “yeni ekonomi”/neoliberalizm karşısında bîçare kaldığı, kısmî iyileştirmelerin gerçekleştirilebileceği savları yer almaktadır.

Hoş felsefeci Prof. Dr. Ahmet İNAM , son yıllardaki roman patlamasını sorguladığı yazısında(3), “...sistemin 'sen bireysin' dediği sanatçı, 'evet ben bireyim ve hayatım var; öyleyse roman yazmalıyım' diye mi düşünüyor?” diye soruyordu. Sanatçı da sıkışmış durumda. Sözünü ettiğim yay gerilmeye devam etse de ok nereye gideceğini henüz bilmiyor.


Modernizm aşılmalıdır

Modernizm aşılmalıdır ancak insanlık henüz bir kolektif/”hep beraber” çıkış yolu göremiyor. İşte bu aşılmalıdır. Modernizm bir aklîleştirme projesiydi. Bugün burjuva düşüncesinin her türlü “durulma” projesini dinamitleyerek ilerlemek/yol açmak gerekiyor.

Modernist sanatçı kendini, Perry Anderson 'dan alarak: “ ...Ufukları kapanmış bir dünyada, sahiplenilecek bir geçmişten ve hayaledilebilecek bir gelecekten yoksun bir şekilde ve sürekli kendini tekrar eden bir 'bugün' içinde buldu.”(4) Postmodern'e göre ise büyük dönüşümlere kalkışanlar, büyük ideolojiler içinde boğulmuştu. Dünyayı bütünlüklü anlama çabası anlamsızlaşmıştı. Bütünlüklü kavrayışların/karşı-ideolojilerin, “verili bütünlük”ü yeniden ürettiği savlandı. Foucault , “iktidarın sızmadığı yer kalmadığını” ileri sürmüştü.

Bu eğilimlerin sonuçları, misal, modern şiirimizde izlekler olarak karşımıza çıkar. Dileyen, bu konuda bence başarılı tartışmalar yürütmüş olan roni margulies 'e bakabilir.(5)

Modernist sanatçı, çağının radikalizminin çeperinde hegemonyayı sorguluyor, kendisinin de içinde olacağı geleceğe ilerlemeci bir not düşüyordu. İleri sürülen birey, fikirlerini/ediminin toplumu/siyasayı etkileyeceğini ancak bunun toplumdan kaynaklanan gerçeklikle, dolayımsız bir belirlenim olduğunu seziyordu. Nasıl yapmalıydı? Siyasaya saldırmalıydı, saldırdı ama bir birey olarak, biçimlediği estetiğin/dilin çok da vurucu olamayacağının farkındaydı. Bu düalizm, modernizme içseldir.(6)

Tam da burada Gramsci 'nin önemli bir katkısı olabilir: “Eleştiri, tamamiyle eskinin öldüğü ve yeninin doğamadığı gerçeğine dayanır; bu başsız dönemde çok çeşitli marazi belirtiler görülür.”


Peki ama “yeni” nedir?

Peki ama yeni nedir? Marazi belirtiler nelerdir? Marx , meta ilişkileri ve piyasa esareti içinde, üretici insanın kendi emeğine yabancılaştığını, “üretim için üretim, kâr için kâr” döngüsünde kendi olmaktan koparılıp alındığını ileri sürüyordu. Kendi olmaktan koparılıp alınmak... “Yabancılaşma

kavramı insanın özsel -ortaya çıkmamış potansiyelleri ile verili koşullar arasındaki antagonizmaya dikkat çeker. Postmodernizmin etkili kalemi Jean Baudrillard ise şunu söylemiş: “Uygarlaşmış varlıklar olarak bugün tüm sorunlarımız buradan kaynaklanıyor; aşırı yabancılaşmadan değil, özneler arasındaki maksimum saydamlık uğruna yabancılaşmanın yok olmasından.”(7)

Luc Boltanski ve Eve Chapiello, Gilles Deleuze 'un neoliberal zafere katkısı olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre, Deleuze'un “Yaşanan ânı/koşulu imleyen, gösterinin hakimiyetidir.” fikri, sermaye birikiminin ihtiyaçlarına karşılık gelmektedir. Deleuze'un şu dediklerini eleştiriyorlar: “Aslıda (sahicilik) sorununun arka plâna itilmesi, insanların kendilerini her şeyin sadece bir imge olduğuna inandırması, 'gerçek' sahiciliğin bundan böyle dünyanın dışında bırakılmış olması ya da !sahici' olana duyulan arzunun yalnızca bir hayal olması, sınırsız sermaye birikimi mantığından çok daha iyidir.”(8) Gerçekleştirilmeye çalışılan şey, gerçeğin imajdan ibaret olduğunun “halk”a “indirilmesi” ve gerçeğe duyulan arzunun ötelenmesidir. Bir dönemin popüleri Matrix'in “kültürel endüstri”nin gözbebeği olması boşuna mı?

Postmodernizm, yaratılmış/varsayılan simülasyon çağında, eleştirinin anlamsızlığından dem vurmakta. Aslında haksızlık olmasın, postmodernizmin bizatihi kendisi, bir modern eleştirisi, eleştirirken de bir o kadar modern. Anlaşılmazın içinden, anlaşılmaz olanın içinde, “yıkan” bir sanat yapıtı, okunu bilinmez bir uzaklığa fırlatıyor. Aslında okunun “yıkıcı”, diğer yandan “yapıcı/yeniden yapıcı” da bir etkisi var. Postmodernist sanatçı bu düalizmle malûl.

Amerikalıların zihninde, beşinci sınıf Hollywood prodüksiyonlarından kalma simülasyonlar “gerçek” olduğunda, 9/11'de, postmodern ideoloji, ideoloji olarak öldü. İkiz Kuleler, 10 yıl kadar önce Fukuyama'nın ileri sürdüğü “tarihin sonu” saçmalığıyla beraber çöktü. Naomi Klein'ın dediği gibi: “Onlar duvara yansıtılan resimlerle ilgilenmişler; ancak duvarın mülkiyetinin el değiştirdiğini farkedememişlerdir... Ve eğer mekan istilacıları okullarımıza ve cemaatlerimize hiçbir direnişle karşılaşmadan girdiyse, bunun nedeni, istila anında moda olan siyasal modellerin bizi, temsilden çok mülkiyetle ilgili meseleler karşısında donanımsız bırakmış olmasıdır. Duvara yansıtılan resimleri analiz etmekle o derece meşguldük ki, duvarın satılmış olduğunu idrak edemedik.”(9)


Devrimin modernizmle ilişkisi?

Pek çok entelektüel, samimi insanlar, inançlı ve mücadeleci emekçiler hâlâ -ve giderek daha da çok- görüş alanlarını sadece kendi yakın çevrelerini kapsayacak şekilde daraltıyor. Bu ise onları modern paradigma'ya zincirliyor. Alex Callinicos, “Antikapitalist söylem ve hareketlerin yeniden ortaya çıkması, geçen yirmi yıldan uzun bir süre devam eden avant-garde düşün üzerindeki postmodern hegemonyanın çözülmesine işaret eder.”(10) diyor. Küresel kapitalizmin “içeri”den zorlanarak katettiği, iç içe olmak üzere, neoliberal ve militarist atak; doğrulmayı da mümkün kılmıştır: “Kendimize, 'devrimin modernizmle ne ilişkisi olmalıdır?', diye sorduğumuzda cevap kesinlikle 'sona erdirmeli'dir olacaktır.”(11) Niye mi? Köklü bir devrimden kaçınanlar modern'e hapsolacak, sonuçta onun “paradoksun anahtarıéna mahkûm olacaklardır. “Münasip” umumî, şair vasattır bu şartlarda!

Belki abartılı ama, içinden geçtiğimiz zamanlar, modern'in çıktığı koşulları andırmaktadır. Onların, o cüretkâr şairlerin düalizmini yaşamamız için ise bir neden göremiyorum...

Hire


Notlar:

1- Hüsamettin Çetinkaya, Weswese, Mart-Nisan 2004.

2- George Simmel, Modern Kültürde Çatışma, İletişim Yay., 2003, s.58.

3- Ahmet İnam, Radikal Kitap, & Ağustos 2004

4- Peryy Anderson, Modernlik ve Devrim, Bilim Yayıncılık.

5- Roni Margulies, Şiir, Yahudilik Vesaire, Kanat Kitaplığı, 2004.

6- Ergin Yıldızoğlu, Yaşasın Modernist Refleks!, Telos Yay., 1997, s.28.

7- Aktaran Alex Callinicos, Anti-Kapitalist Manifesto, Literatür Yay., 2004, s.11.

8- A.g.e., s.11-12.

9- A.g.e., s.13.

10- A.g.e., s.12.

11- Peryy Anderson, Modernlik ve Devrim, Bilim Yayıncılık.

darbeistemiyoruz@gmail.com





Hiç yorum yok: