30 Ara 2007
BİR DELİKANLININ HAYAT MUHASEBESİ
eski sokakta, onlarca kurdi işçi,
kafası da oldukça iyiydi,
hamamın önünde söylenmekteydi..
"Biz hiç bu hamama girmedik be,
bu hamam gibi ıslak ve değildik nemli de,
onun gibi kesif bir küfle isteyecek
kadar geçmişi zalim olmadık biz hiç!
Lakin, onun kadar taş, onun kadar serttik.
Biz en az onun kadar taş taş üstüneydik.
En az onun kadar şimdi tarihin altında kaldık!
Koca bir ömür mezar taşlarımıza
'yorumsuz' yazılmasın diye ağlaştık.
Hayatın silik bir altyazısı bile olamadık,
biz kötü Türkçe dublajlardık!
Sözde delikanlıydık."
ATEŞ VE SAPAN
ve her yer bir çocuğu hemen coşturacak
kadar yeşildi. Yeşil bir denizin içinde
yollar gri birer labirent gibiydi.
Babam atölyeni şefiydi.
Dökme demirden bir sapan yapmıştı bana,
akranlarımkiler ağaç oyması,
turuncuya boyamıştı,
serum lastiğini sicimle bağlamıştı.
Benim turuncu sapanım
-bir benzeri yoktu ve olmamıştır hala-
övünç kaynağıydı babamın.
Bense onunla bir tek kuş bile
vuramamıştım.
Cebimde bir şey yok, bir yazıdaydı benim gözlerim,
gözlerim bütün hangarlarda: ATEŞLE YAKLAŞMA!
AKUSTİK
dizlerinin arasına alıp başını<
sadece düşünen birini düşünün bir.
Bir kere, düşündüğü için sadece
övgüyü haketmiştir, ikincisi değerlidir
yolun kenarında oturduğu için
kimseyi rahatsız etmeden.
Yoldan geçen siz,
bu adam kadar çaresiz ve değerlisinizdir
onun gibi düşünceli olduğunuz için.
Akustik iyidir bu plânda, çünkü,
kimseyi rahatsız etmemektedir!
AJANDA
Ajandasında, dökülen kara zamanların
hem isimleri, hem resimleri var dökülen.
Bilineni tekrara lüzum yok,
orada yaşandı o zaman ve bitti,
dedi, otuzbeş milimetrelik montaj
makinesinin başında uyandığında bir sabah,
eski zaman perdelerinin yanında.
Araladı kütük gibi ajandasını,
-kütük gibiydi hâlâ-
bir eliyle her bir telin arasında
kaç gecenin kokusunu taşıyan
saçlarını taradı ki, bu tam bir taramaktı,
yerinde olduklarından emin olmak için sanki,
aralandı o ân biraz bilinci,
Sıradan değil hiçbir şey hiçbir zaman, diyebildi;
bulduğunda ajandada sahiden içini burkan
bir isim ve bir resmi.
YEDEK ANAHTAR
Küçük vidası düştü gözlüğümün koltuğuma,
çok merak saldığım son zamanlarda okuyamadım
Curtis’in şiirlerini bir türlü bir günün soluk sonu:
Yerine takamadım çünkü lânet vidayı bir türlü!
Bayağı yağmur yağıyordu, laf aramızda,
yağmurlar karıştırır insanın aklını ara sıra.
Aptal oluyorum sabahları ve gözlüksüzken.
Vereceğim ilk derse yetişmek için ettiğim aceledendi,
gömleğimin kol düğmelerini ilikleyemedim
epeyce zaman yitirip küfredip sinirlenmeden
otobüsteki olası yokluğuma,
yağmur hızlanarak geliyordu sokağıma.
Durağa yakın büfeden bir sosisli istedim sonra hızla,
ketçap iğrençtir, hardallı, acı iyidir sabahları,
köşedeki seyyardan bir bilet aldım,
gazetemi alırken bayiimden birden hatırladım,
o güzele verdiğim randevuya yetişemeyeceğimi asla
geçen gece tanıştığım o barda, hava çok soğumuştu ama.
Hiçbiriyle uğraşırken pek becerikli sayılmam gerçi ama,
soldan sağa, sağdan sola geçirirken aleti farkettim,
hep ihmal ettiğim serçe parmağımın tırnağını keserken
zorlandım epeyce ayağımın akşam,
ellerim titriyordu soğuktan yalnızlıkta ve böyle eller,
pek çok şeyi ihmal ederler belki ama biliyorum
birçok şeyi de sessizce hallederler.
Biliyorum aslında: Hangi cepte olduğum değil önemli olan,
şıkırtılarımla değmek isterim teninize,
hiçbir kilide giremiyorum, açamıyorum hiçbir kapıyı,
yedek bir anahtar gibiyim, aslından sonradan yaptırılan,
belki de hiç beklenmedik yepyeni bir kapıdan
şimdi girecek gibiyim
buzdan bir çilingirin sürpriz mirasından!
29 Ara 2007
ATEŞBÖCEĞİ
yerde cep telefonu ışığı
sandığı şeyin önce,
ateşböceği olduğunu öğrenince:
Ateşböceği bu mu be, dedi,
ben sabahları bilmeden amına koyim
ne çok öldürürdüm bunlardan!,
Kadıköylü 'dibine kadar koyan' Osman.
ONLAR DA Bİ İNSAN
demişti, Kadıköy'ün
bir ara sokağında, içki
masasından kalkan Volkan'la ben
evde dibine kadar boş bir
buzdolabının bizi beklediğini
bildiğimizden, köftecinin önündeyken;
pişince bizimkilerin önünden
onunkiler ve o,
o canım köfteleri birer birer etrafında
dolanan kedilere yedirmeye
başlamışken; Dur, yapma abi,
demiştik, onca saattir aç beklemenin de
verdiği bencillikle; oysa o,
Ne karışıyorsunuz be demişti, vicdansızlar;
yiyecekler tabi,
onlar da birer insan!
HALİÇ'TE ÇİZGİLER
mezarlığın orada yiten göz alıcı sarı
şerit yeni çizilmiş yola belli.
Piyer Loti bu açıdan o vakit zaten göremezdi.
Sağda boğaza has süslü erguvanlar
içinden yükselen büyülü çizgiler göğe,
öyle incelen… Kentin bu sağır sesini
işitirdi muhakkak o vakit Piyer Loti.
Yüzlerde belirgin silik çizgiler çevrede,
iki adacık Haliç’te iki damla mum.
Piyer Loti hangisinde yatar, yatar mı?
Haliç izler: Bakır cezvelerde işlemeler,
fincanlarda telvelerden yollar sonra,
pilili etekleriyle liseli kızların bilinmez gizler,
bilir miydi Piyer Loti?
Biliyorum, “Bu kitap benim, alıyorum raftan,
bak, altını çizmişim, oradan belli benim olduğu”
demişti, hatırlıyorum ve istemiyorum şimdi çizgileri, gizleri:
Ne düne ne şimdiye ait olan altı çizili hiçbir şeyi.
YUKİ
Her sabah radyodaki neşeli adamın
bilmecesiyle uyanırdık yanıtını artık
adımız gibi bildiğimiz, haykırırdık:
edi, edi, edi... Sonra ne değişti ki?
Köşedeki Kör Ali’den alıp çiğdemleri,
kıvırıp koltuğumuzun altına minderleri,
tahta sandalyelerinden kapınca ön sıralarının
yazlık sinemanın, nasıl sevinirdik.
Çocuktuk, ilkgençliğe adım atmış,
o perdede ah, kaç sevgili gezinirdi,
arada gazoz kuyruğunda beklerken başlardı
nedense her gece filmin kaçmayacak sahneleri.
Bir sigara daha içeriz derken kuytularda,
hep geç kalırdık, itilir kakılır sonra,
en sonunda sandalyelerle beraber
minderleri de kaptırırdık uyanıklara.
Yuki’yi bulmaya giderdik biz arka sokağa,
kovalanıp dönerdik, bulamazdık.
İncir ağacında cinler varmış, hep kaçtık.
Öğrendik sonunda çıkmamayı sokağa.
Hafta sonları biraz geç uyanınca,
kırpıştırırken gözlerimi gelen güneşle,
bir göz kırpıp geçen zamanda radyodan
duyar gibi oluyorum Orhan Boran’ı.
Önce o konuşuyor, sonra sevimli Yuki.
Sokağa çık artık, diyor, hadi!
ZYTN
Kasabaya girerken yükseklerde
bir eski kilise ilişiyor gözüme,
şimdi bir bağ evi olmuş.
Yanındaki birkaç kavağın altındaki
çeşmeye gitmiştim birkaç gün sonra,
Hacı İsmail hayratına.
Dönüşte yerlere saçılan
zeytinlerden toplamıştım
Bercise Hanım’ın sözleri aklımda:
Zeytin tüm inançlardan
daha önemlidir buralarda...
20 Ara 2007
TAVUK MAHMUT'UN KIZI
Geldik bayram sabahı, yine mi kavga,
kim mi toplayacak balkondaki
asmadan sarmalık yaprakları?
Dizlerinin üzerinde battaniyesi
otururken televizyonunun karşısındaki
yaşlı iskemlesinde, Bu kılıç oğlum, bir metre
olursa boyu, ev sahibi olurmuş bakanı,
bu güller asıl Fransa’nın
güneyinde yetişirmiş, bu da menekşe,
aslı Afrika’daymış diye tanıştırıyor
çiçeklerini birer birer benimle.
Kalkıp pencereden İşte yine o iki baykuş,
dedi, kahretsin gelmişler,
deniz kabaracak belli ki yine,
sersem Mahmut açılır denize belki de gene!
Topal bir kızı vardı Mahmut’un,
severdi menekşeleri, gözü gibi bakardı,
balkondan düşürmüştü de birini
ardından nasıl da ağlamıştı.
Kaç kere bıkmadan deneyip dikmişti
menekşeyi ama tutmamıştı,
Az mı konuştum ki acaba
onunla diye söylenirdi.
Mahmut’u topuğundan vurdular sonra,
Kızı da kaçtı, eminim en çok
balkondaki menekşeyi özledi
bir türlü geri getiremediği.
Bense Tavuk Mahmut’un tuttuğu
kupeslerin tadını, kızının
iyi de yaprak sardığını, bir de,
Yamanlar’ın eteklerinden süzülerek
dönerken eve yediğim dayak sonucu
yitirdikten sonra bisikletimi,
vitrinlerdeki kontrpedal Fransızları
nasıl da hevesle izlediğimi anımsadım
şöyle bir düşünürken geçmişi.
NİCE YIL SONRA
Sis çok önceleri vardı burda güneşten,
bak yine iki sarp kaya arasından göründü
ondan önce şarap kokan kentim,
ışıklar göründü ve bukleli saçlarıyla kardeşim.
Kovayı ters çevirmeyi beceremezdi kızım,
kumdan kale yapmayı, bak,
yine göründü kumdan kaleleri kentin.
Sis çok önceleri vardır burda güneşten,
güneş teninde çiğ taşırdı meltem,
sabah simidi kokusu şimdi içimdeki
nice yıl sonra kente girerken.
Ben, ıhlamur kaynatan annem ve sen,
- numaradan hastalanmaların keyfi –
zeytinlerin altında uzanırken,
Yeniden başlamak, demiştik yine de mümkün,
Ege’nin suları çalkalanırken.
Sunar’ın orada bir akşamüstü,
gündüz geçtiğimiz bahçelerden,
günebakanlar kadar günden geçmişken
hızla arabamızla, Dursaydık keşke orda demiştik.
Ben yavruları beslemiştim dalyanda,
sonra dalyan çupra yemiştik.
Ben, sen ve kahve pişiren annem sohbetteyken
sonra balkonda, güneş doğmazdan önce,
patatalarıyla ayılıp balıkçıların beraberce
mırıldanmıştık onu: "O son yolculuk, o yolculuğun sonu."
KARATAŞLI ZALİM
Baharın ilk zamanları, yağmur var yine biraz,
kaygısız geziyorum Kadıköy’de sokakları.
Postaneyi dönüyorum, eski bir şarkı çalınıyor
kulaklarıma: Kadınım, sevdiğim o koku
yok artık bu evde, kadınım...
Bir anda geçmişi hatırladım:
Çamlı bahçesinde yürüyoruz
Karataş Lisesi’nin, ilk kez
elele tutuşmuşuz, hafif bir yağmur
üzerimizde konuşuyoruz.
Dersler mersler derken, nedendir bilmem,
dayımdan sözediyorum ona,
ne denli benzediğinden Tanju Okan’a.
Onun kadar iri cüssesinden ve
yüzünde gizlediği hüzünden onunki gibi.
Susuyoruz sonra ıslanıyoruz,
durağa dek yürüyüp ayrılıyoruz.
Sonra bir haftaya kalmadı
- bunu nasıl yapabilmişti -,
benden hayli çelimli biriyle çekip gitti.
Oysa dayımdan sözetmiştim ben ona, bir de
romantik, hüzünlü hemşerim Tanju Okan’dan.
Kızlar kesin anlamıyordu böyle şeyleri
ve beni, ya da şimdi olduğu gibi o yıllarda da
ben beceremiyordum bir şeyleri.
AYTEN'İN GÖZLERİ
İlk frapeyi hangi kahvede içmiştik
Alibey’le Midilli’de? İlkgençliğimizin
o müthiş çetesinden sözediyorduk hatırlıyorum,
bir de ortak aşkımız Ayten’den.
Ayten’miş kahvecinin de kızının adı,
tam kalkarken bizi yakaladı,
bir ayrıntıya kapılmış sohbetimizde babası,
meğer akşama onlara davetliymişiz.
Akşam içip içip ouzoları,
kimin icat ettiğini tartışıyoruz mereti.
Alibey İskenderun Arabıdır,
Ne siz, ne de siz, dedi, ilk biz yapmışız bu rakıyı!
Alibey, ben, Taçyotakis, ki yeni yitirmiş karısını,
Bana kalan bir Ayten, diyor, biz burada böyle
güzelce içiyoruz ama... kalkıp geliverse
şimdi Ayvalık’tan anası!
Susuyor Alibey, o da yeni vermiş
Kadifekale’de toprağa anasını.
-Peki ben şimdi ne desem, bir yaz daha bitiyor,
kim getirir bir sonraki yazı,-
araya giriveriyor Ayten,
Bir Rum kahvesi yapayım size, diyor birden,
şöyle közde, köpüklü, sabah oluyor ama ona göre,
hadi bitirin rakılarınızı! Kim getirir şimdi,
bu yaşımda bana Ayten’in gözlerini?
14 Ara 2007
HARMANDALI
Saraç Yılmaz orfoz sever, kalkar sabah hale gider,
çekse Kerim, ayıracak, çoğu zaman da bulamaz.
Galon şarap yine çıkmış, fiyatı da uygunsa az,
bulursa bir gıcır lüfer, değmeyin keyfine akşam.
Sallanan tahta masada mönü oldukça sağlam:
Eski kaşar, Girit kabağı, çöz, közde bumbar,
radika ve turpotu, bıldırcınlar havadalar nasılsa,
bulur da vesileyle anmaz mı hiç geçmişi,
ortada koca şişede Kocabağlar şarabı!
Cızırtılı radyoda: har-ma-an-da-lı-ı...
“Bademler de çiçeklendi erkenden” diyiveriyor,
e-fe-e-em ge-li-yor!
Cevvaller erken dönüyor, kırmalılar asıldı,
“Eriklerin sırasını bademler aldı,
vakitleri miydi yahu, yazık dökülecekler,
keşke açmasalardı” diyor sonra,
kimsecikler birşeycik anlayamıyor.
Radyonun cızırtısının bilmemnesine okkalı
bir küfür sallıyor ve parmakları düğmenin
üzerindeki silik sayılarda buluşup kıvrılıyor
çabucak ve kesin ve tek bir hareketle
istasyonu TRT’ye ayarlayıveriyor:
Ankara-Eskişehir karayolunun yüz otuz ikinci
kilometresinde devam etmekte olan
yol yapım çalışmaları nedeniyle
trafik işaret ve işaretçilerine...
Muzipçe kıvrılıyor göğe bakan bıyığı,
“Tüm dizginlerini Dikili’nin ellerimde tutarım,
tüm atların sırtına ben otururum ilk,
harbi avcı bir ben kaldım bu yerde,
Nah işte, kasabanın da tek saracıyım.”
Radyo, bilir, tanır onu ve şapka çıkarır gibi
sekmiş yerel kanala kendiliğinden, bağırıyor:
E-fe-e-em ge-li-yor! ! !
Dikili Avcılar ve Atıcılar Kulübü’nde o zaman,
Saraç Yılmaz Kocabağı boşalttı sabaha karşı, rakı içtim
ve susup dinledim ben, konuşarak dinlenmiyor zaten;
her şey mükemmeldi ama bir şey vardı çözemediğim:
Ne yalnızlığı sarsmıştı beni, ne de inceden palavraları şaşırtmıştı.
Bercise’nin kocasıydı ama bilmiyordum,
istasyonları Bercise mi kurcalıyordu ya da
badem çiçeklerinin davranışı gibi bir şey miydi yaşam?
Har-ma-an-da-lı-ı! ! !
TOPAÇ
Yalınayak gezinmeyi çok severdik de
basamazdık yanan asfaltına,
Ramazan, bre Ramazaan gel de yoğurdunu ye!
sesiyle çınlayan her öğle vakti mahallenin,
oyunumuzun bozulmasına bozulurduk.
Vaktinden evvel yerdik kayısılardan,
çağla derdik, ekşi ekşi, komşu ağaçlardan.
Ömer, acıkınca karnı, yemek için yine
salçalı yarım ekmeği, Nana, Nanaaa!
diye bağırırdı bizim arka bahçeden.
Her öğle zamanı, Pomakça’yı biraz daha
kıvırmak için yeni bir fırsat sunardı.
Kızlar topaç çeviremez, en beceriklisi
alttan çekerdi ipi, bizse kaldırdık mı
taa baş hizasından çakar asfalta
döndürürdük bir saat aleti.
Sonra tüfek icat oldu misali,
topacın da çıktı otomatiği.
N ede olsa memur çocuğuydum,
ilk alan ben oldum ondan,
alamadı ne Ömer ne de Ramazan,
bir daha da benimle oynamadılar.
Ne şimdi severim ne de o zaman
sevdim böyle şeyleri ama,
söyleyemedim bir türlü de babama.
Neden sonra anlıyor insan ne çok şeyi
yitirdiğini, - belki bir sevgi ilânının
gecikmesi gibi – sevmediğini
söyleyemediği zaman çok kez.
ŞARAP İÇİN O VAKİT
O büyük çınarın altında durdu
köye giden dolmuş, küçük çağlayanın yanında.
Mangallarda deve sucuğu su başında,
kadınlar semizotu topluyor aşağılarda.
Karşıdaki taş çukurlarda,
- onlar böyle demiyordu güçlü ihtimal –
üzüm ezermiş çok eskiden
çıplak ayaklarıyla kadınlar şarap için.
Şarap için onca acıya katlandı
kadınlar o vakit, adamları baş dönmesi
bizim için kandı, dedi Bercise Hanım,
ben de onlara kandım.
EGE'DE BIRAKTIĞIM YERDE
Koyda kırılmış kimselerin vurmuş
yüzleri var her bir çakıl taşında,
diye biliyorum Midillili Bercise Hanım’dan.
Sabah, belki vururum ben de diye korkumdan,
hiç suya basmadan yürüyorum.
Bilir misin demişti, Bercise Hanım,
nereye koyar içini deniz kabukları?
Akşam sofrada kupes ve rakı,
Ağzımda rokanın garip tadı,
Uzayıp giden gözlerle Midilli’ye bakıyorum...
MİDİLLİ'DE GÜLLER
Ateşböcekleri salınırken
uzaktan küçük tepelerden,
kente girdik yarasaların peşinden
deniz durmuş öylece sessiz.
Tekneler uzağında şimdi Midilli'nin,
balığın son gecesiymiş,
son çuprasını yiyebiliriz belki mevsimin.
Bir kır kahvesine oturuyoruz
imam, rakı filan da var, sofra eksiksiz.
Sağ yanımda İdris, elinde
bildiğim saz,
soluma Eleni kuruldu
bilmediğim bir şeyle dizinin üzerinde.
Kısacık bir uyum faslından sonra
beraberce başladılar çalmaya,
sözleri hiç anlamasam da
tanıdık bir ezgiydi kulaklarımdaki.
Sonra ay ışıklı bir omzun
peşindeydim hatırlıyorum şimdi
Bercise Hanım'ın çevirdiği sözleri:
'Delikanlılar acımasızca
budar hep gülleri.'
ÇINARALTI-REŞİTPAŞA
sakin bir yürüyüşle bir ömür sürer' derdi.
'Emirgan'ın çocukları yüzmeyi
otuzbeş metreden öğrenirlerdi.
Kilisenin kapısını taşlar,
peşlerinde zangoçlar, yokuşaşağı
koşmayı pek severlerdi.
Yeni delikanlılar içki içip kıyıda,
şişeleri denize fırlatırlardı ama
yakalanıp her seferinde abilerine
bir güzel dayak yerlerdi.'
Muharrem biraz içerilerde otururdu,
kutu gibi ahşap bir evde.
Büyüyünce düşünmemişti asker olmayı hiç
-ama ne yapsınlar, ne elde para ne de
üniversiteyi kazanacağı var bizimkinin,
giysi, yemek, yatak bedava hiç değilse askeriyede-,
Maçka Endüstri Meslek'ten doğru askeri mektebe.
Askeri öğrencilikti bu tabii biraz sıkıcı,
durulmuştu epeyce eski canlı hayatı,
göremez olmuştu artık ne çifte sevgilileri
ne de bıçkın dostları.
Evlilik, çoluk çocuk derken,
göz kapayınca emeklilik gelirken
bir gün bizim Muharrem,
'Gidip göreyim,' dedi 'doğduğum güzel evi.'
Çınaraltı'ndan yukarı bir yokuş yürüdüler,
Yorgancı Yusuf'ta durup birer bardak çay içtiler,
onca samimiyet varken yıllar öncesinden
Yusuf bir şey demedi,
karşıda küller içinden bir güvercin devrildi.
Eylül, 2001, Emirgan
Adam Sanat, Sayı 192, Ocak 2002
11 Ara 2007
ÇEKİRGE
O kışa girerken o ayazda
tüm portakallar kavrulmuştu sahildeki,
yerlinin biri demeseydi farketmeyecektik.
İki yanı selvili o yoldan ilerlerken sahildeki,
hep bir filmin içinden geçer gibi hissederdim kendimi,
bittiğinde, geriye doğru uzayıp genişleyen içimde bir
boşluk.
O kışa az kala o ayazda,
belki sonuncu çekirgesini gördüm mevsimin:
Güçlü denemezdi hareketlerine eskisi kadar ama,
- eskisini de bilmem ya gerçi – gideceği bir yer olacak ki,
hızla sıçradı köpükler taşıyan kanala doğru sağ yanımdaki.
BERGAMA'DA O İLK AŞK
Eski sütûnlu caddeyi tırmanıyor
ağaçlıklı yoldan, tepede Asklepion’a
varıyor, virankapısında Buraya
Ölüm Giremez! yazan eskiden.
Belki de bu kapının eskiden olduğu yerde,
süslenmiş develerle poz veriyor şimdi,
nereli olduklarını kestiremediği
gülücüklerle genç, güzel kızlar.
Her kalıtın önünde asılı levhaları
okuyor dikkatle, bir de
hiç inanmasa da mermer havuza
bozuk para atıyor bir dilek tutup.
Bir kemerin altından usulca geçerken o,
aşağıda günebakanlar eğilip selamlıyor
ayı güneş henüz batmamışken,
kızarmış narların tam çatlama zamanı.
Çamlar meltem üflüyor seyrelmiş uzun
sakalına görmüş geçirmiş durmuş
adamın, söylencelere inandığı
vakitler çok eskilerde kalmış,
biliyor hiçbir uykunun yarasını
iyileştirmeyeceğini ve hiçbir tanrının,
hâlâ Bergama’da yaşayan o kadın
kadar asla sevilemeyeceğini.
DEDEMLE DERTLEŞME
Bir gece ölümünden az önce oturup dertleşmiŞtik dedemle serin bahçesinde. Dedem kızlarımı sormuştu bana. Sınırlıydı tecrübem, utanmıştım da biraz, anlatamamıştım pek fazla bir şey, anlamıştı o beni ama ve hikayesini nasıl da merakla dinlemek istediğimi, sonra usulca anlatmaya başlamıştı, yıl dokuzyüzyetmişüç mü ne:
“Tütün kırıp dizen kadınlardı
sıcak altında saatlerce kalıp ovada,
akşamları yarılan parmaklara
yağlı çaput sarılırdı.”
Vakit ilerledikçe açılmıştı, çocuksu rahatlığımdan etkilenip belki de:
“Biri bana vardı ısrardan usanınca,
sonunda mutlu da oldu, diğeri
ayrılığa dayanamadı daha fazla
seçtiydi öte yanı.”
Henüz çiçeklenmişti portakallar ve gözüm onlara dalmıştı.
“Yıl dokuzyüzkırkaltı mı neyse işte,
Şahin’in ilk yaşıydı bu Uşak’ta,
Bir makas hatası yaptıydım da
İki katar birbirine çarptıydı.”,
demişti hatırladım, gözleri belirgince büyümeye başlamıştı.
“Çok korktuydu anası Şahin’in,
çok ağladıydı işimden ederler
beni diye o vakit, ama
dokunmadılardı nedense bana.”
Oturaklı bir küfür sallmıştı eminim, sonra “Yok yok”, demişti,
“halaoğlu emniyetten Osman’a
torpil koydurmuşmuş Dilşad,
sonraları duydumdu; diyemedim
adama bir eyvallah! ‘Olmasaydın
çoluk çocuk kalmıştık be ortada! ’
Süheyla da işte o yaz doğduydu.”
Dudakları titredi, buğulandı gözleri, sanki söylemek istemedi de yine de söyledi:
“Sonradan Züleyha’nın kocası dediydi,
ne yapsın adam, kabullenmiş durumu;
kızımın adını da zaten
Züleyha’ya uysun diye koydumdu.”
Başladı sarmaya açıp tabakasını, gözleri son kez bana uğradı, sakalına yuvarlanırken gözyaşları kemik gözlüğünü dayadı alnına ve Züleyha’nın kocasından duyduğu son cümleyi mırıldandı:
“Portakal kabuklarına yazardı
sırf sen okuma diye şiirlerini,
sararmış parmakları çiçek açmış gibi
ne de güzel kokardı.”,
diye bitirdi hikayesini dalgın gözleriyle. Çok kadınlardı, diyemedim dedeme, sustuydum en iyi dertleşmemde.
BADE HARABÛL BASRA* | ÇOMAR'IN ETTİĞİ
Artık çok özlemişti evdekileri...
Çocuklar top oynardı arkadaki sahada,
o da katılmak isterdi oyuna ama
topu tutmayı bir kez olsun bile becerememişti!
Bazen oyuna girerdi de, çok sürmeden,
birkaç tekmeyle tonla küfür yedikten sonra,
bulduğu en yakın gölgeye
uzanıverirdi çölün sıcağında.
Umursamadı önce olanları, geçecek sandı...
Geçecek, boşalacak sokaklar! Sokaklar,
kendinde olalı beri hiç bu kadar dolmamıştı!?
Sokakları dolduranlar tanıdıklardı ve
asıl bu onu şaşırtmıştı: Yan bahçedekiler misal,
karşı evdekiler, çok sevdiği Attar, Ömer, Kader,
-Fatma’yı da görmüş müydü?- ve Hasan,
okula giderken başını sıvazlamayı asla unutmayan.
Dün akşamki düğünde, ki düğün mevsimiydi yine,
ve, bunca ömr-ü zamanında çok düğün görmüştü,
Fatma’nın babasını anımsamıştı öncekilerden,
elindeki kocaman tüfekle saydırmaya başladığını
adamın göğe doğru. Çok korkardı bu seslerden,
gölgesi en yüksek ağacın ardına sığınırdı hemen.
Anlatılır gibi değildi sesler bu sefer,
görmek lâzım, kaçacak bir yer de kalmamıştı,
günlerce aç dolaştıktan sonra bombardıman altında
Çomar, bir sabah, Hasan’ın kollarının altında
uyandı,sıcacık, akşam parmaklarını yediği,
bade harabûl Basra!
* Basra harap olduktan sonra..
9 Ara 2007
BABİL SENFONİSİ*
binlerce kimse'nin katıldığı gecede
upuzun bir şarkı kapladı salonu birden
okyanusun o uzak köşesinde
"zalim zamanın kalbine doğru gevelendi
en korkulu eşikte türküler
en yiğit arzular kırdı sözü
çiğnedi en kahraman arzular suyu
iyiyim sevgilim inan bir gün sana döneceğim
türkünün soluğu ah bin yıllık ağır koku
genişletti yürüdü sokağı ve caddeyi
ve tüm bildik yapılarını yıktı babil'in
yettiği yere kadar modern ok kudretinin
genişledi yürüdüm sokağı ve caddeyi geçtim
iyiyim sevgilim inan bir gün sana döneceğim
solukların menzili buğusu iğrenç
kadınların ve kadehlerin ve cüzdanların
oysa sevgilim ah hükmü yokmuş hiç
bilsen burada kredi kartlarının
ilerliyoruz uçlarına basmamaya çalışarak
kırık kadehlerin babil'de bahçelerde
su yok bir damla bile ama gam değil
iyiyim sevgilim inan bir gün sana döneceğim
miğferlere kondu burada hayat
kumda sakız çölde şeker serapta şarap
dişler çürü düşler çürü halk çürü
bit artık gün ne olur gün artık bit
yirmisindeyim henüz öldürmedim kimseyi de
ellerim seninkiler gibi temiz de değil ama
ama açıp kollarımı koşarak ama tabutta
iyiyim sevgilim inan bir gün sana döneceğim"
ansızın garip bir şarkı kapladı salonu
müstehcen dans durdu uzaklarda birden
akasya ikliminde dicle kan akarken
[*] nokta konulmamış yoktur büyük
nisan bir iki bin üç / salacak
SIRTÜSTÜ UZANIP BAKTI ASKER
onca zaman sonra masmaviyken hem de
ve elbisesinin mavisinden başka bir tonu
olduğunu anladı mavinin yeniden,
hem de orada bunları bile yapmak yasakken.
Bir alıcı kuş göründü solda. Özgürdü.
Ansızın atıldı bir başka kuşa doğru.
Farkedip de tanımlayamadığı,
hızla eskiyebilecek türden
birşeyler akıverdi zihninden.
Bir uçak havalandı bir yere doğru,
O uçakta olmak vardı, dedi,
gitmek gittiği yere doğru
ve bir saksağan sonra
Seviş benimle, dedi,
hep cilveleştiği suya.
Bir pisik kopardı dönüp başucundan,
-tam mevsimiydi ve evet,
anadilinde adı tam böyleydi-,
üfleyip göğe saçılan fırıldakları süzdü
çocukluğuna gidip.
Seviş benimle, dedi asker
neden sonra uyanıp
-dudağında kan damlası-,
Geçer mi, dedi, geçer.
8 Ara 2007
DEMOKRATİK SALDIRI: MANİFESTO
“Solitudinem faciunt, pacem appelant.”
Modern ile birlikte, yöneten ( ilahî ) / yönetilen “doğallığı”nın dünyasından, “insan yapımı düzenlemeye” geçişe şahit oluruz. Geleneğin yerini akıl temelli bir eşitlik/özgürlük/kardeşlik evreni alır.(1) Modern retorik, üstelik bunu yine “doğal” kılar. İnsan, “insan yapımı” olur; öyleyse özne dışsallaştırılmıştır. Modern, insanlar arası eşitliği var'sayar. Dolayısıyla eşitlik ahlâki bir kategoriye indirgenmiş olur. Özgürlükse -zaten özgür doğulmuştur- ulusun bir katılanı olmayı “hissetmeye” zorlanmıştır. Keza modern, “zor”la inşa edilmiştir.
Birikimin muhafızı olarak “kalkan” ulus, zorunlu olarak ulusa tâbi olacak doğanlardan kurulur. Kenysoyluların birikimini muhafaza edecek etten duvarlar, doğuştan özgür insanlar -halk, kunduracı, demirci, duvarcı, patates üreticisi- hepsi de para peşinde koşturan özgür yurttaşlar! Modern ideoloji bu.
Hepsi bu mu?
Ancak, hayatı insanlar yaşar. Hayatın tartımından -burada ritm bu anlamı karşılayamıyor-, inişçıkışlarından, kusmaya götürecek bölünmelerden onlar etkilenir. Özgür oldukları ancak kapsayamadıkları, dolayısıyla taşıyamadıkları hayat -hayat, sen ne çabuk harcadın beni-... İnsanlar, pek de kolay olmaz ama, tinsel dinami(k/t)ten bir ölçüde ayrı ve bağımsız olduklarından, kendilerine özgü bir mantığa ve kanuna, bir anlam'a ve dirence sahiptirler.(2) Hayat ile form'lar arasında insan, hayatın itici gücünü ve zoraki kolektivizmini arkalayarak gerilmiş, zaman zaman moderni hedefleyen atış talimleri yapmıştır. Gerekircilik diye değil; ama her form, hayata “zor”la dayatılmış bulunduğundan ve o zor da iknaya dönük bir bükülmeyi barındırmak zorunda olduğundan, esnekliği yay etkisi yapacaktır. Egemen ideoloji hızla kendi kurduğu formları eritecektir buradan çıkarak. Öyleyse kurucu mantık “paradoksun anahtarı” diyeceğim bir sofistikasyonla, ileri sürdüğünün “mutlak gerçeklik” olmadığını kabul edecek, fakat yine de aksinin mümkün olmadığını iddia/vaaz etmeye devam edecektir.
Dillere pelesenk olan küreselleşme kavramının başına getirilen de budur. Hemen belirtmek gerekir ki; küreselleşme bir tezdir. Egemen blok'un sofistike/akademik bir dille “indirdiği” bir ideoloji. Pek çoğumuz bu dilin içinden konuşur, vaaz edileni az önce dile getirdiğim “paradoksun anahtarı”yla almaya mecbur oluruz. İşte tehlike burada başlar tam da.
Ok Nereye Gidecek?
“Kendine özgü” bir tecrübeye, bir tahayyüle her nedense sahip olduğumuzu düşünen, dolayısıyla başından beri eleştirdiğimiz “araçsal rasyonalite”nin kapılarından bir adım dışarı çakamayanlarımız bir yandadır. Onlar küreselleşmeyi “doğası gereği”, “özgür doğuşa”, özerkliğe, ulusa/ulusala aykırı bulurlar. Oysa semantik düzeyde dahi “doğası gereği”nin, o'na savaş açan, o'na yenilen ya da o'nu yenen anlamlarını barındırdığını akılda tutmak gerekir.
Diğer yanda, sorgusuz kabul gören küreselleşme tezlerinin bulutları -şirket yazışmalarından, hükümet sözcülerine, oradan solcuların bültenlerine kadar- insanlığın “yeni ekonomi”/neoliberalizm karşısında bîçare kaldığı, kısmî iyileştirmelerin gerçekleştirilebileceği savları yer almaktadır.
Hoş felsefeci Prof. Dr. Ahmet İNAM , son yıllardaki roman patlamasını sorguladığı yazısında(3), “...sistemin 'sen bireysin' dediği sanatçı, 'evet ben bireyim ve hayatım var; öyleyse roman yazmalıyım' diye mi düşünüyor?” diye soruyordu. Sanatçı da sıkışmış durumda. Sözünü ettiğim yay gerilmeye devam etse de ok nereye gideceğini henüz bilmiyor.
Modernizm aşılmalıdır
Modernizm aşılmalıdır ancak insanlık henüz bir kolektif/”hep beraber” çıkış yolu göremiyor. İşte bu aşılmalıdır. Modernizm bir aklîleştirme projesiydi. Bugün burjuva düşüncesinin her türlü “durulma” projesini dinamitleyerek ilerlemek/yol açmak gerekiyor.
Modernist sanatçı kendini, Perry Anderson 'dan alarak: “ ...Ufukları kapanmış bir dünyada, sahiplenilecek bir geçmişten ve hayaledilebilecek bir gelecekten yoksun bir şekilde ve sürekli kendini tekrar eden bir 'bugün' içinde buldu.”(4) Postmodern'e göre ise büyük dönüşümlere kalkışanlar, büyük ideolojiler içinde boğulmuştu. Dünyayı bütünlüklü anlama çabası anlamsızlaşmıştı. Bütünlüklü kavrayışların/karşı-ideolojilerin, “verili bütünlük”ü yeniden ürettiği savlandı. Foucault , “iktidarın sızmadığı yer kalmadığını” ileri sürmüştü.
Bu eğilimlerin sonuçları, misal, modern şiirimizde izlekler olarak karşımıza çıkar. Dileyen, bu konuda bence başarılı tartışmalar yürütmüş olan roni margulies 'e bakabilir.(5)
Modernist sanatçı, çağının radikalizminin çeperinde hegemonyayı sorguluyor, kendisinin de içinde olacağı geleceğe ilerlemeci bir not düşüyordu. İleri sürülen birey, fikirlerini/ediminin toplumu/siyasayı etkileyeceğini ancak bunun toplumdan kaynaklanan gerçeklikle, dolayımsız bir belirlenim olduğunu seziyordu. Nasıl yapmalıydı? Siyasaya saldırmalıydı, saldırdı ama bir birey olarak, biçimlediği estetiğin/dilin çok da vurucu olamayacağının farkındaydı. Bu düalizm, modernizme içseldir.(6)
Tam da burada Gramsci 'nin önemli bir katkısı olabilir: “Eleştiri, tamamiyle eskinin öldüğü ve yeninin doğamadığı gerçeğine dayanır; bu başsız dönemde çok çeşitli marazi belirtiler görülür.”
Peki ama “yeni” nedir?
Peki ama yeni nedir? Marazi belirtiler nelerdir? Marx , meta ilişkileri ve piyasa esareti içinde, üretici insanın kendi emeğine yabancılaştığını, “üretim için üretim, kâr için kâr” döngüsünde kendi olmaktan koparılıp alındığını ileri sürüyordu. Kendi olmaktan koparılıp alınmak... “Yabancılaşma ”
kavramı insanın özsel -ortaya çıkmamış potansiyelleri ile verili koşullar arasındaki antagonizmaya dikkat çeker. Postmodernizmin etkili kalemi Jean Baudrillard ise şunu söylemiş: “Uygarlaşmış varlıklar olarak bugün tüm sorunlarımız buradan kaynaklanıyor; aşırı yabancılaşmadan değil, özneler arasındaki maksimum saydamlık uğruna yabancılaşmanın yok olmasından.”(7)
Luc Boltanski ve Eve Chapiello, Gilles Deleuze 'un neoliberal zafere katkısı olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre, Deleuze'un “Yaşanan ânı/koşulu imleyen, gösterinin hakimiyetidir.” fikri, sermaye birikiminin ihtiyaçlarına karşılık gelmektedir. Deleuze'un şu dediklerini eleştiriyorlar: “Aslıda (sahicilik) sorununun arka plâna itilmesi, insanların kendilerini her şeyin sadece bir imge olduğuna inandırması, 'gerçek' sahiciliğin bundan böyle dünyanın dışında bırakılmış olması ya da !sahici' olana duyulan arzunun yalnızca bir hayal olması, sınırsız sermaye birikimi mantığından çok daha iyidir.”(8) Gerçekleştirilmeye çalışılan şey, gerçeğin imajdan ibaret olduğunun “halk”a “indirilmesi” ve gerçeğe duyulan arzunun ötelenmesidir. Bir dönemin popüleri Matrix'in “kültürel endüstri”nin gözbebeği olması boşuna mı?
Postmodernizm, yaratılmış/varsayılan simülasyon çağında, eleştirinin anlamsızlığından dem vurmakta. Aslında haksızlık olmasın, postmodernizmin bizatihi kendisi, bir modern eleştirisi, eleştirirken de bir o kadar modern. Anlaşılmazın içinden, anlaşılmaz olanın içinde, “yıkan” bir sanat yapıtı, okunu bilinmez bir uzaklığa fırlatıyor. Aslında okunun “yıkıcı”, diğer yandan “yapıcı/yeniden yapıcı” da bir etkisi var. Postmodernist sanatçı bu düalizmle malûl.
Amerikalıların zihninde, beşinci sınıf Hollywood prodüksiyonlarından kalma simülasyonlar “gerçek” olduğunda, 9/11'de, postmodern ideoloji, ideoloji olarak öldü. İkiz Kuleler, 10 yıl kadar önce Fukuyama'nın ileri sürdüğü “tarihin sonu” saçmalığıyla beraber çöktü. Naomi Klein'ın dediği gibi: “Onlar duvara yansıtılan resimlerle ilgilenmişler; ancak duvarın mülkiyetinin el değiştirdiğini farkedememişlerdir... Ve eğer mekan istilacıları okullarımıza ve cemaatlerimize hiçbir direnişle karşılaşmadan girdiyse, bunun nedeni, istila anında moda olan siyasal modellerin bizi, temsilden çok mülkiyetle ilgili meseleler karşısında donanımsız bırakmış olmasıdır. Duvara yansıtılan resimleri analiz etmekle o derece meşguldük ki, duvarın satılmış olduğunu idrak edemedik.”(9)
Devrimin modernizmle ilişkisi?
Pek çok entelektüel, samimi insanlar, inançlı ve mücadeleci emekçiler hâlâ -ve giderek daha da çok- görüş alanlarını sadece kendi yakın çevrelerini kapsayacak şekilde daraltıyor. Bu ise onları modern paradigma'ya zincirliyor. Alex Callinicos, “Antikapitalist söylem ve hareketlerin yeniden ortaya çıkması, geçen yirmi yıldan uzun bir süre devam eden avant-garde düşün üzerindeki postmodern hegemonyanın çözülmesine işaret eder.”(10) diyor. Küresel kapitalizmin “içeri”den zorlanarak katettiği, iç içe olmak üzere, neoliberal ve militarist atak; doğrulmayı da mümkün kılmıştır: “Kendimize, 'devrimin modernizmle ne ilişkisi olmalıdır?', diye sorduğumuzda cevap kesinlikle 'sona erdirmeli'dir olacaktır.”(11) Niye mi? Köklü bir devrimden kaçınanlar modern'e hapsolacak, sonuçta onun “paradoksun anahtarıéna mahkûm olacaklardır. “Münasip” umumî, şair vasattır bu şartlarda!
Belki abartılı ama, içinden geçtiğimiz zamanlar, modern'in çıktığı koşulları andırmaktadır. Onların, o cüretkâr şairlerin düalizmini yaşamamız için ise bir neden göremiyorum...
Hire
Notlar:
1- Hüsamettin Çetinkaya, Weswese, Mart-Nisan 2004.
2- George Simmel, Modern Kültürde Çatışma, İletişim Yay., 2003, s.58.
3- Ahmet İnam, Radikal Kitap, & Ağustos 2004
4- Peryy Anderson, Modernlik ve Devrim, Bilim Yayıncılık.
5- Roni Margulies, Şiir, Yahudilik Vesaire, Kanat Kitaplığı, 2004.
6- Ergin Yıldızoğlu, Yaşasın Modernist Refleks!, Telos Yay., 1997, s.28.
7- Aktaran Alex Callinicos, Anti-Kapitalist Manifesto, Literatür Yay., 2004, s.11.
8- A.g.e., s.11-12.
9- A.g.e., s.13.
10- A.g.e., s.12.
11- Peryy Anderson, Modernlik ve Devrim, Bilim Yayıncılık.
darbeistemiyoruz@gmail.com